ŞADİ
ÇALIK VE SOYUTU BULMAK
Şadi Çalık heykelleri soyut konusunda çok
erken dönemlerde ulaştığımız doruklardan birini temsil eder. Kaynağını Antik
Yunan ve Mısır sanatlarında bulduğunu söylediği heykel çalışmaları,
malzemesiyle bir hesaplaşmayı ifade ettiği gibi, dünyanın rasyonel alımlanışının
da peşindedir.
Yonttuğu heykele duyduğu aşkla onun
canlanmasını sağlayan Kıbrıslı heykeltıraş Pygmalion’un hikayesi pek çok farklı yoruma konu olmuştur. Temelde bir dönüşüme
denk gelen hikayenin merkezi sorunsalı, ilk bakışta sanat yapıtı üzerine bir
meselmiş gibi görünür; sanatçı ve yapıt arasındaki ilişkide çözümlenmek
istenir. Oysa Pygmalion, Afrodit hikayesinin bir parçasıdır sadece. Bu anlamda
onu, “güzel” kavramı ve “güzellik”in oluşumuyla ilgili bir çerçeve içinde düşünmek gerekir. Zaten
heykeltıraşın eylemine yakından baktığımızda, bunun bir ideyi/kavramı gerçeğe
dönüştürmek/nesneleştirmek şeklindeki çok daha yaman bir problemle ilgili
olduğu dikkat çekecektir. Bir kavram nasıl olur da gerçeklikte var olabilir ya
da gerçekliğe karşılık gelebilir?
Heykel sanatı, içinde bulunduğumuz uzaya biçim
vermek, onu hacimsel olarak, yer kaplamasıyla, dolulukları ve boşluklarıyla,
sanatçının ve alımlayıcının dokunaçlarıyla yeniden var etmek anlamında
düşünülürse, özne-nesne düalizmini dolaşan bir Demokles kılıcı niteliği
kazanır. Kandinski’nin, Sanatta
Ruhsallık Üstüne kitabında yer alan, “Sanatların
çağlar boyu süregelmiş olan ilişkisi dışsal formlarla değil, anlamladır.”
yorumu herkesten çok heykeltıraşı bağlayıcı bir niteliğe bürünür.
Uzay nasıl olacak da anlama bürünecektir?
"ODTÜ Atatürk Anıtı"
SOYUTU
KURMAK
Her ne kadar, heykel alanına uzakmış gibi
dursa da, bunun yanıtı “soyut”un doğru şekilde kavranmasından geçer. Sanat alanında anlam
sorunsalının çözüm yeridir soyut. Bunun anlaşılabilmesi, öncelikle örgün eğitimimiz
boyunca bize dikte edilmiş kötü kavramlaştırmalardan kurtulmayı gerektirir. Ne
yazık ki birçok sanatçı ve -daha da kötüsü- sanat tarihçisi, “beş duyu organımızla tanımlayamadığımız şey” olarak bilirler ve sanat alanına “dış dünyada
karşılığı olmayan, duygularla ilgili” vb. Şekillerde
tercüme ederler soyutu. Böyle anlaşıldığında ise, soyutun kavramla buluşması,
anlamın kurucu öğesi olarak değerlendirilip yorumlanması olanaksız hale gelir.
Soyut çalışan sanatçılar da, iki anlaşılmazlık bulutu arasında kaybolup
giderler; ya melankolik bir biçimde “içindekini
betimliyor”a meyledilir ya da
her yaptığı da sanat oluyor bunların”a dönüverir
algı. Hele de söz konusu olan heykel olduğunda, bu garip yorumlar, murcu,
çekici bırakıp koşar adım kaçıp uzaklaşmasına yol açar sanatçının. Tek tek
şeylerin tümel bir kategori altında ifade edilmesidir. Kelimenin kökeninde
yatan “ayırt edilme, bir
şeyden alınıp çıkarılma” bir
indirgeme gibi anlaşılmamalıdır. Aksine, bir şeyin ilineklerinden sıyrılarak öz
olarak ortaya konmasıdır. “İnsanlık” teriminde olduğu gibi, insanlardan doğmasına karşın artık tek tek
onlarla ilgisi olmayan, ama yine de onların genelini tanımlayan olgular “soyut”u ifade edebilir.
Dolayısıyla insanın tüm kavramsal cephaneliği soyutlama edimi tarafından
kurulmuştur. Bununla birlikte soyutlama ile soyutu da birbirinden ayırt etmek
gereklidir. Biri bir edimi ifade ederken, diğeri doğrudan kavramın kendisini
oluşturur. Sanatlar için bu ayrım kritik önemdedir, çünkü zaman içinde iki
sözcüğün kazandığı anlam; “figüratif
olandan yol çıkarak biçim bozmalarla oluşturulmuş” ile “hiçbir figürü
betimlemeyen, dolaysız kendiliği ifade eden” olarak ayrışmıştır. (Burada dikkat edilmesi gereken bir başka nokta, “figür” sözcüğü yerine “nesne”nin tercih
edilmemiş olmasıdır. Keza figürden ve onun temsilinden uzak durabilmesine
karşılık, “bir özne için bilgi
objesi” olma anlamındaki “nesne”den kaçamaz soyut
sanat; nesnesiz değildir. Yalnızca zihinsel bir nesneye karşılık gelir bilgi
objesi.)
Tarihsel birtakım nedenlerden dolayı,
ülkemizde heykeltıraşla soyutun buluşması sıkıntılı olmuşsa da çok önemli
heykeltıraşlar yetiştirmiş olduğumuzu söyleyebiliriz. (Belki de bize rağmen yine
de yetişmiştir onlar” diye düzeltmek
gerek buradaki ifadeyi).
KİBRİT
KUTUSU VE ÜÇGEN
Şadi Çalık heykelleri soyut konusunda çok
erken dönemlerde ulaştığımız doruklardan birini temsil eder. Kaynağını antik
Yunan ve Mısır sanatlarında bulduğunu söylediği heykel çalışmaları,
malzemesiyle bir hesaplaşmayı ifade ettiği gibi dünyanın rasyonel alımlanışının
da peşindedir. 1950’li yıllarda yaptığı
ilk soyut heykelleriyle nesnel dünyanın peşinde olduğunu söyler sanatçı. Siren
Çalık, İş Bankası Yayınları arasından çıkan retrospektif sergi kitabında bunu,
Şadi Çalık’ın heykellerindeki üçgen kurguya atıfla
anlatılır. 1952 yılına tarihlenen “Uçan Form”un pek güzel gösterdiği bu üçgen yapı, dış dünyanın fiziksel
gerçekliğinin soyut bir formda betimlenmesidir. Uçanın bir kuş değil bir form
olduğunu gösterir bize.
Matematiksel bir gerçeklik olarak “üç noktadan bir düzlem geçer” tanımının
fizik dünyadaki yorumunu aramaktadır Şadi Çalık. ODTÜ Fizik Bölümü Üçlü Amfinin
ortasına dikili bulunan heykeli bunun en güzel örneklerinden biridir. Çağlar
boyunca ocaklarda ateş pişirmek için kullanılan sacayaklarında kullanılan,
mitolojide Apollon’un kahinlik yapmak
için kullandığı formun bir uzantısıdır bu heykel. Altı metrelik boyuyla iki kat
arasında üç nokta üzerinde yükselen soyut heykel, nereden bakarsanız bakın
sürekli dönüyormuş izlenimi verir. Bir yüzde bakır, öbür bir yüzde çelik
kullanılarak yapılmış heykelin doğal renkleri de bu hareket duygusunu
destekler. Her gün heykelin çevresinde dönenler çok daha iyi anlarlar bu duyguyu.
Yer değiştirmenin/hareket olgusunun kavramsallaştırılmış halidir Çalık’ın heykeli. Aynı duyguyu İstanbu Merter’deki Vakko Genel Müdürlükler Binası için yaptığı heykelinde, bu kez
yüzeylerin yer değiştirmesinde hissedebilirsiniz.
"Soyut Heykel - 1969" (Türkiye'de mimari içinde yer alan ilk soyut heykeldir.)
Galatasaray’daki, İstiklal Caddesi’nin simgesi
haline gelmiş bulunan 50. Yıl Anıtı ise, soyut konusunda ulaşılmış yetkinliği
gösterir. Türkiye Cumhuriyeti devrimlerini ve ilerlemeye olan inancı simgeleyen
heykel, adeta yerin altından gelen bir gücün etkisiyle diyagonal bir biçimde
gökyüzüne sıçramaktadır. Necati Cumalı “Etiler
Mektupları” adlı kitabının
Şadi Çalık’ın ölümü üzerine
kaleme aldığı denemesinde, bu heykelin adeta çıkış mottosunu verir bize: “ Kalabalık figürler ile eşya bir romanın sayfalarındaki gibi uyu içinde
akarlar. Her figürü canlıdır. Yüzeyler en aza indirilmiş, duyarlı bir elin
geçtiği yalınlık kazanmışlardır. Bir konuşmamızda, en güzel heykel kibrit
kutusudur, kibrit kutusunu ilk yontan insanın yaratıcılığına erişmek isterdim.”
demişti.
"50.Yıl Heykeli"
Gerçekten de kibrit kutusunda tutuşmayı
bekleyen çöplerin birbirinin önüne atılışlarına benzer 50. Yıl heykeli. Soyutlama
gücünü de bu metafordan alır. Birbirine benzeyen yüzleriyle, bağımsızlık ve
kardeşliğe duydukları inançlarıyla öne atılan Anadolu halklarının devrim coşkusu,
hiçbir figüre gereksinim duyulmadan bu soyut form içinde bir araya
getirilmiştir.
SOYUT
HEYKEL VE MİNİMUMİZM
1957 yılında Amerikan Haberler Bürosu’nda açılan bir karma sergide yer alan “Minimumizm” adlı heykeli ise,
Minimalizm akımından çok daha önce, heykeltıraşın soyutla ulaşılacak yalınlık
konusunda ulaştığı noktayı simgeler. “Çizginin
mekan içindeki değerini göstermek” amacıyla
yaptığını söylediği Minimumizm, onun zaman zaman resimle de buluşan kompozisyon
anlayışını özetlemesi bakımından ilgi çekicidir: Tek bir çizgi heykel olarak
bir mekan yaratabilir. Canan Beykal da 13 Ekim 1994 tarihli Cumhuriyet
gazetesinde yayımlanan yazısında, Çalık’ın bu öncü
yönünün altını çizer; sanatçının heykelle birleşmiş ses enstalasyonu gibi
düşünceleri olduğundan söz eder. Soyut çalışmalarının yanı sıra, soyutlamaları
da pek çok çağdaş sanatçıdan daha taze bir soluk taşır Şadi Çalık’ın. İstanbul Resim Heykel Müzesi’nde bulunan
Vietnam heykeli, Karaköy’deki Ziraat
Bankası Genel Müdürlüğü kapısı gibi çalışmaları figürü kavramsal düzeye
yakınlaştırmanın, kavramla nesnesini yeni bir sentez içinde değerlendirmenin
örnekleridir. Dönemin sanat anlayışı yüzünden istediği projeleri çoğu zaman
gerçekleştiremeyen, kazandığı yarışmalarda maket aşamasında kalmış pek çok
çalışması bulunan bu büyük heykeltıraş, yine ODTÜ yerleşkesine yaptığı Atatürk
heykeliyle anıt konusunda ülkemiz için en güzel örneklerden birini verir. Bir
noktadan fışkıran çalılar gibi küçük bir tepenin üzerine yerleştirilmiş olan bu
kütlesel heykel, anıt heykellerin bir şablonmuşçasına birbirini tekrar
etmeyebileceğini, yeni bir form arayışını da içine alacak şekilde yorumlar
yapabileceğini ispat etmektedir.
Soyut, insanın zihinsel yetileriyle kendine
verili gerçekliği dönüştürme gücünü anlatır. Bu gücün kurucu doğası, bugün
bildiğimiz dünyayı yaratarak insanı diğer tüm canlılardan ayırmaktadır. İnsan
soyutlayan canlıdır. Heykeltıraş da, zihnin dünyayı biçimlendirdiği yerde durup
Pygmalion’un peşinde olduğu
dönüşüm anının heyecanını en derinden duyma şansına kavuşmuş kişidir.
"Kapı-1970"
Kaynak: “Barış ACAR” Artist Dergisi 2008, Eylül sayısı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder